Views: 0
‘Nostalji’ versiyonunun çoktan suyu çıktı ama ‘nostalgia’ kelimesinin hâlâ derin bir tarafı var. Yunanca kelimenin anlamı ‘şiddetle evi özlemek’, dolayısıyla ‘bu duygunun verdiği hüzün ya da haz’ imiş. Bazı insanlar bu duyguyu taşır. ‘Ev’, ille ev değildir. Neden bu duyguya sahip olunduğu da belli değildir. Ama öyledir. Ahmet Öğüt, ilk gördüğüm işlerinden birinde bütün bir sergi salonunu asfalt döşemişti. İşin görünürdeki minimalist iddiasına rağmen, sergi salonunu yoğun bir yol uğultusu dolduruyor gibiydi. Sonra bir yerlerde Ahmet’in öğrencilik yıllarında okula gidip gelirken yolla belli bir ilişki kurduğunu ve asfaltın hayatında nasıl bir ‘şey’ olduğunu anlattığını vb. okudum. Ama işi, yolu ya da gençlik deneyimini biricikleştirmiyor, romantikleştirmiyordu. Yol imgesini büyütüyor, mutlaklaştırıyor, bütün – biraz da çapraşık – bir duyguya eşitliyordu.
Ev her zaman iyi bir şey değildir. Öğüt’ün Venedik Bienali’ne yaptığı ‘Patlayan Şehir’ işini görünce bunu daha iyi anlarsınız. Dünya üzerinde birçok şehirdeki patlamalarda imha olan binalardan meydana gelen bir şehir maketidir bu. Hayali bir ‘Büyük Ev Ablukada’. Ya da ‘Düşünceler Suç Olunca’ sergisindeki sessiz sedasız, güçlü işlerden biri; cafcaflı bir çerçeveye konmuş ‘Beyaz Toros’. ‘Hatırada kalan silinmez zamanla’ der ya şair, kötü hatıralar da sadece silinmemekle kalmaz, bazen ‘ev’ dediğimiz yerde durmadan tekrarlanırlar. Ya da ‘Mehmet Yıldızlar’ adlı işi; Türkiye’nin bütün futbol takımlarındaki Mehmet Yıldız adlı oyunculardan kurulu takım uzun, yatay bir şerit halinde resmedilmişti. Ne zaferi kazanacakları belli değildi ama bir dizi halinde, birlikte akılda tutulmaları canlı kalmalarına yarıyor olabilirdi.. (Ahmet Öğüt’teki ‘ev’i yeniden ziyaret’ hissi sanat tarihiyle igili olarak da var; ama Magritte’in şatosunu üç boyutlu yapıp bir balon haline getirmek, Bakunin’in hafiften ‘resim düşmanı’ projesi, resimlerden barikat ya da gecikmiş bir 20. yüzyıl ortası avangard lezzeti taşıyan ‘Bu Tabloya Yumruk Atınız’ konusunda şüphelerim var.)
Belirip kaybolanlar
Benim sevdiğim, maket, araba, uçak, futbol, vb. gibi ‘oğlan çocuğu’ meraklarının Ahmet Öğüt’te de olmasıdır. Ama bunlara bir vicdan ve bir nostalgia duygusu eşlik eder.
Diziler, tekrarlar, biriktirmeler Ahmet Öğüt’de kavramsal bir yöntem olarak sık sık karşımıza çıkarlar. Belki eskiden araba ya da futbolcu kartları biriktirmişliği de vardır. Alt’taki yeni sergisindeki ‘Altı Aylık’ işi, ‘kapanmış veya kabuk değiştirmiş sanat mekânlarının tabelalarını bir araya getiriyor’, sergi kataloğunda ‘İstanbul’un kültürel yaşantısında belirip kaybolanların altını çiziyor’ diye tarif ediliyor.
‘Üstelik,’ diye devam ediyor sergi katalogu, ‘Alt’ın yeni açılmış bir sanat mekânı olarak, kapanan mekânlarla paylaştığı geleceğe dair belirsizlikler de göz önünde tutulduğunda…’ vb.
Ahmet Öğüt’ün tabelaları aynı anda hem geleceğin hem de birikmiş/ biriktirilmiş geçmişin hüznünü taşıyorlar. Sadece mekânların kapanıp gitmiş olmaları değil, açık oldukları sıradaki hevesleri, seçtikleri yazı karakteri, malzeme, ebatlar, duvarda nasıl durdukları ya da durmak istedikleri aracılığıyla söylemek istedikleri, hepsi birlikte bir dizi oluşturuyor. Eski tabelaların yaşadığı bir ev. Yan yanalar.
Türkiye denen evde
Türkiye denen evin içinde çok küçük bir ev; bu ev, aralarındaki tartışmalar, farklılıklar, gövde gösterileri sona eren irili ufaklı üyelerinin bir duvara sığınmış hali. Her biriktirme bir döküm olarak tekrar doğmayabilir.
Bu da bir doğum sayılmayabilir. Ama Ahmet Öğüt’ün ‘Altı Aylık’ işi, tıpkı ‘Patlayan Şehir’i gibi, hem kayboluşun ürpertisini hissettiriyor, hem de hatırlananın ancak bir mırıldanma kadar yüksek sesle yeniden ‘söylendiğinde’ bir anlığına da olsa yeniden canlanabileceğini düşündürüyor. Bilgi: altbomonti.org